27 Kasım 2016 Pazar

Halit Ziya Uşaklıgil

Edebiyatçılarımızın arasında baba olmanın acısını bildiğimiz kadarıyla en çok o yaşadı. Üç çocuğu (Vedide, Sadun, Güzin) küçük yaşlarda çeşitli hastalıklardan dolayı ölür. Halit Ziya, Sadun için Kırık Oyuncak’ı, Güzin için Kırık Hayatlar’ı yazmış. 1904 yılında doğan oğlu Vedat, iyi bir eğitim alır. Almanca, Fransızca ve İngilizce öğrenen Vedat’ın esas tutkusu müzik ve piyanodur.

İstanbul’da Osmanlı Bankası’nda çalışmaya başlayan Vedat, birkaç arkadaşıyla bir trio kurup konserler vermeye başlar. Hamdullah Suphi, onları konser için Ankara’ya çağırır. Vedat Ankara’da büyük amcasının kendisinden beş yaş büyük kızı Latife’nin yeni evi Çankaya Köşkü’nde kalır. O akşam Çankaya’da, Mustafa Kemal’in, önce piyano çaldırdığı sonra da İngilizce, Fransızca, Almanca gazeteler getirtip çeviri yaptırdığı Vedat sınavı geçmiştir. “Ne işin var bankada, sen Hariciye’ye gel” diyen Atatürk’ün teklifi onun da hoşuna gider.

Latife Hanım, boşanma kararının ardından İzmir’e dönerken Çankaya Köşkü’nde kalan Vedat’a telefon açıp “Biz gidiyoruz. Sen de benim misafirimsin. Kendine başka bir yer bul ya da İstanbul’a dön” der. Vedat “Babama sormadan karar veremem” diye karşı çıkar. Mektup yazdığı Halit Ziya’nın cevabı aile içinde bir kırılma yaratacaktır: “Sen onun değil, Atatürk’ün misafirisin.”

Vedat, buhranlı bi gençtir. Eczaneden aldığı ilaçlaral eve girmiş bir daha  evden çıkmamıştır
Sabah kalkmayınca kapısı kırılarak girilen odasında hemen yanı başında dört adet boş luminal tüpü ve aşık olduğu annesinin kızlık resmine iliştirilmiş notlar bulunur. Bir not annesine yazılmıştır: “Anacığım acıma, sevin, korkmuyorum ve rahat konuşuyorum. Seni ve babamı çabuk beklerim. Daha sonra… Ne rahat.”

Daha zor okunan, muhtemelen ölümüne yakın son bir gayretle yazdığı diğer not ise onun 33 yıllık belirsiz dramının özeti gibidir: “Uykudan başka bir şeyler hissetmiyorum. Ne rahat. Hayatta çok bedbaht idim. Bu bir tesviye çaresi idi. Ölüm ne kolay. Uykum çok. Bütün sevdiklerim Allah’a emanet…”

Bir Acı Hikaye adlı kitabında, Halit Ziya, oğlu Vedat’ı anlatmaya çok küçük yaşlarından başlıyor. Onun kırılgan ruhunu, inceliğini, yaşamla kurduğu estetik ilişkiyi, fedakarlığını, özellikle de kardeşi Bülent ile ilişkisini, kültürünü yetkin bir edebiyatçının kalemiyle aktarıyor. Kuşkusuz bu kitap büyük bir çığlık, bir şiir, bir ağıt, tanımsız bir acının ardından…
         SAİT  FAİK   ABASIYANIK

Adapazarı’nda doğmuş, ömrü İstanbul’da geçmiş Sait Faik’in neden Bursa Lisesi’nde okuduğunu merak ettiniz mi hiç? Bu bir yaramazlığın ve sürgünün hikayesiymiş meğer. Hazır Haydarpaşa Lisesi öğrencilerinin yaramazlıkları da gündemdeyken paylaşmak istedim… Yine Bursa Lisesi mezunu olan gazeteci Hikmet Feridun Es, Sait Faik’in kişiliğini de ortaya koyan bu anısını (Hayat Haziran 1954) şöyle anlatıyor:

Arapça hocası kürsüye doğru ilerledi. İskemlesine oturdu.Fakat oturmasıyla yerinden fırlaması bir oldu. Sonra öğrencilere dönerek sordu:
-Bu iğneyi benim minderime kim koydu?Sınıfta çıt yok.
-Söyleyin diyorum! Kim koydu bu iğneyi? Ağzını açan olmadı. Hoca efendi köpürdü:
-Şayet cevap vermezseniz hepiniz sürgüne gidersiniz! Sürgün! O da ne? Bu kelimeyi ilk defa işitiyorduk. Arapça öğretmeni biraz daha bekledikten sonra:

-Peki öyle ise! Dedi ve eteklerini savurarak sınıftan çıktı gitti. O gün İstanbul Lisesi allak bullak oldu. Ertesi gün hocanın minderine iğne koyan 41 haylazdan bütün gazeteler büyük başlıklarla bahsettiler. Bir hafta sonra da karar verildi. Salih hocanın dediği çıkmıştı. 41 yaramaz İstanbul Lisesi’nden Bursa Lisesi’ne sürgün gönderildi. İşte Sait Faik’i ben bu yaramazlar sınıfında, 41 sürgünün içinde tanıdım. Sınıfta o benim arkamdaki sırada otururdu. Sait sürgüne gitti ve Bursa Lisesi’nden mezun oldu. Küçük bir toplu iğne hayatındaki ilk virajı çizmişti. Yıllarca bu iğne hadisesini unutamadı. Mektepten ve Salih hocadan her söz açıldıkça:

-Ne de efendi adamdı! Nasıl elimiz vardı da o iğneyi minderine koyduk! Diyordu.

***
Aradan yıllar geçti. Bir gece yarısı Sait Faik’i Beyoğlu’nda Ağa Camii durağında gördüm. Büyük bir haberi varmış gibi önümü kesti.

-Ne oldu biliyor musun? Dedi. Merakla yüzüne baktığımı görünce anlatmaya başladı:

-Salih hocayı gördüm!

-Nerede?
-Eyüp Sultan’da. Yanına koşup elini öptüm ve “Hoca efendi, bizi affettin mi?” dedim. Hoca şaşırdı. Sonra ”Niçin sizi affedeyim? Sebep ne?” dedi. – Hani şu iğne meselesi hoca efendi.” Elini öptüğüm zat büsbütün afalladı. “Evladım! Sen yanılıyorsun galiba. Beni birisine benzetmiş olmayasın” Bu sefer ben şaşaladım. “Siz Arapça hocası Salih efendi değil misiniz?” Güldü. “Yok çocuğum. Ne münasebet. Ben Arapça hocası değilim. İsmim de Salih değil.” Bu sefer boynumu büktüm. “Bir çocukluk yaramazlığının vicdan azabı içindeyim hoca efendi. Benzettiğim kimse olmasanız bile zararı yok. Onun namına beni affetseniz de şu iş olup bitse.” Hoca gülümsedi. “Affettim gitti oğlum.” Bir daha elini öptüm ve ayrıldım. Sait Faik durdu ve bir yükten kurtulmuş gibi:

-Oh be yahu… Hafifledim vallahi! Bir vicdan azabı onu yıllarca adım adım takip etmişti.***


Bu anıya başka bir sınıf arkadaşının ağzından kısaca değinildiğini görmüştüm (Sait Faik Abasıyanık 90 Yaşında, Bilgi Y.1996). Fakat Hikmet Feridun Es’in ayrıntılı anlatımıyla bildiğim kadarıyla henüz kitaplara girmiş değil. Bu ilginç anıyı biraz da o zamanki disiplin anlayışını göstermesi açısından yazmak istedim. Elbette Sait’in o duyarlı kişiliğini ele veren yanı için de…

adayerlileri.jpg